30 Mart 2014 Pazar

ZİHİNSEL ENGELLİLER VE SEÇİM


resim alıntıdır.

Bugün oy kullanırken şahit olduğum bir durum beni epey düşündürdü. Hem bedensel hem de %100 zihinsel engelli (annesi böyle söylüyordu) bir vatandaş oy kullanmak için ailesiyle gelmişti. Seçmen kartı da vardı bu kişinin.

Oy kullanma sırası ona geldiği zaman annesi onun yerine kullanacağını söyledi.Bunun doğruluğu konusunda bir tartışma başladı görevliler arasında. Ne yazık ki nasıl sonuçlandığını öğrenemeden çıkmak durumunda kaldım. 

Bildiğim kadarıyla zihinsel engellilerin seçme ve seçilme hakkı yok. Bu konuda kafamı meşgul edenler ise böyle bir yasa varken o kişiye seçmen kartı nasıl çıkabilir,zihinsel engellilerin ( ne derecede olduğu bilinmeden) oy kullanamıyor olması ne kadar doğru ve onların bir vasi aracılığıyla oy kullanmaları ne kadar doğru gibi şeylerdi.

Bu sorularıma cevap ararken kardeşi %90 oranında zihinsel engelli olan arkadaşım beni biraz da olsun aydınlattı.

Bir önceki seçimde onlara da seçmen kağıdı gelmiş ve annesi vasi olarak oy kullanmış. Sonradan araştırdıklarında bunun yanlış olduğunu hatta cezası olduğunu öğrenmişler. Bu seçimde kağıt gelmemiş.

Ayrıca bu konuda karar verme açısından bir zihinsel engellinin ne durumda olduğunu sorduğumda ise kardeşi ve onun okulunda ki diğer engellilerin durumunu göz önüne alarak, oranla bağlantısız olarak zihinsel engellilerin oy kullanmaması gerektiğini düşündüğünü söyledi.

Biraz daha araştırmalarım sonucunda bu konuda sandık görevlilerine yüklenen sorumluluğun ise şu şekilde olduğunu gördüm :

https://www.sandikbasindayiz.org/dokuman/SB%20Musahit%20El%20Kitabi-V06.html

Bizi ilgilendiren kısıma baktığımızda;



Yani sonuç olarak yasada sorun yok fakat uygulamada sorun var, en başından bu kişiler takip edilip seçmen kağıdı gelmemesi gerekiyor. Hatta sadece zihinsel engelliler konusu değil, bedensel engelliler için de tam bir saptama ile en kolay şekilde oy kullanmalarının sağlanması büyük önem arz ediyor. Bu yıl görme engelliler ve işitme engelliler için bir takım çalışmalar yapılmaya başlansa da (kabartmalı pusulalar vb.) zannımca yeterince önem verilmediği için seçimlere yetiştirilememiş, ve bedensel engelliler de okullarda giriş katı haricinde ki yüksek katlarda oy kullanmak zorunda kalmıştır. 

Yazımı üzülerek bu haberle bitiriyorum.


Umarım bu ve bunun benzeri durumlar için bir daha ki seçimlerde bir çözüm bulunur, engelli vatandaşlarımız ve aileleri daha fazla mağdur olmazlar.

25 Mart 2014 Salı

FLAG FOOTBALL



Herkese merhaba, bu yazımda size Flag Football yani bizde ki karşılığıyla Bayrak Futbolundan bahsedeceğim. Okulumuzda İTÜ Hornets ailesi tarafından geçen yıl kurulan takım, kadın oyunculardan oluşuyor. Pek yaygın olarak bilinmediğinden öncelikle nasıl bir spor olduğundan bahsetmek istiyorum. Tahmin edeceğiniz üzere bir takım sporu. Daha doğrusu Amerikan Futbolunun genellikle kadın ve çocuk oyuncular için uyarlanmış versiyonu. Daha nazik, daha az agresif J

Kurallar büyük ölçüde Amerikan futbolu ile aynı olmakla beraber, oyuncu sayısı 5 - 6 veya 7 kişi olarak değişebiliyor. 5 kişilik takım müsabakalarında, oyunda karşı takıma flag çekme haricinde herhangi bir fiziksel temasa izin verilmiyorken 6 veya 7 kişilik oynananlarda bir de blok yapılabiliyor. Amerikan futbolundan esas olarak ayrılan noktaları ise isminde de geçtiği üzere oyuncunun beline bağladığı flagler ve Amerikan futbolunda kullanılan ekipmanların olmayışı.

Bayrak çekme şu şekilde;



Oyuna gelecek olursak; 35 yard genişliğinde, 45 yard uzunluğunda olan sahada 15 er dakikadan 2 yarı oynanıyor. Takım, ofans ve defans takımı olmak üzere 2 takımdan oluşuyor. Hücum takımı, sayı yapabilmek için koşu ya da pas oyunu oynayabiliyor. Koşu oyunu oyun kurucunun (quarterback) kendisinin topla koşmasıyla, ya da runningback’in topu oyun kurucudan alarak koşmasıyla gerçekleşiyor, bu kısımda bolca fake yapılıyor ve defans takımının oyunu anlamaması için çaba gerekiyor. Pas oyununda ise oyun kurucu topu alıp, rotalarını koşan receiver’lara pas atıyor. Hücum esnasında topu taşıyan kişinin flag'ının çekilmesi oyunun durmasını sağlıyor.

Sayı (touchdown) yapabilmek içinse hücum takımının 45 yardlık bölümü geçmesi gerekiyor.(1 yard yaklaşık olarak 0.9 metre ) Her touchdown 6 puan olarak değerlendiriliyor. Oyun her durduğunda, ki bu bayrak çekilerek ya da topun düşmesiyle olabilir kaldığı noktadan tekrar başlıyor, 4 hakta ilk 15 yardlık bölüm alınırsa (firstdown) takım bir 4 hak daha kazanıyor ve 45 yard tamamlanmaya çalışılıyor. Fakat oyun kurucunun attığı pası, karşı takımın defansı keser ya da yakalarsa, top karşı takıma geçiyor ve onlara hücum hakkı doğuyor.

Topu taşıyan kişinin haricinde hücumda ki diğer oyuncular karşı tarafta bekleyen defans oyuncularına elleriyle blok yaparak mümkün olduğunca itekleyip topu taşıyan kişiye koşu yolu açmaya çalışıyorlar. Zaten oyunun da tek agresif kısmı burası oluyor. Bunun dışında daha çok taktiklere ve hıza dayanan bir spor.
Defans takımının yükümlükleri ise, elinde top olan oyuncunun flag’ını çekmek veya pas oyunu oynanıyorsa atılan pası keserek sayıya dönüştürmek şeklinde.


Şuan için Türkiye'de herhangi bir ligi bulunmamakla beraber, üniversiteler arasında yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlayan bir spor dalı. Ligi olmamasına rağmen, takımlar kendi aralarında maçlar ayarlama yoluna gitmişler. Hatta geçtiğimiz nisan ayında İTÜ, Robert Koleji ve Yeditepe Üniversitesi arasında bir turnuva gerçekleştirildi. Mayıs ayı içerisinde ise İstanbul dışından diğer takımların da katılacağı daha geniş kapsamlı bir turnuva düzenlenmesi planlanıyor.

Bu sporun zamanla daha da gelişmesini ve daha fazla takımla düzenli turnuvaların gerçekleşmesini umuyorum. 


Şimdilik bu kadar, herkese bol sporlu günler.

Son olarak biraz daha meraklılar için : https://www.youtube.com/watch?v=pelY7VnZzy0

4 Mart 2014 Salı

MARTENİÇKA MEVSİMİ GELDİ!

Baharın gelmesi demek, güzel bir hava, çiçekler açmış muhteşem ağaçlar, parlak bir gökyüzü ve şu son iki yıldır da MARTENİÇKALAR demek benim için.




Öncelikle marteniçkanın ne olduğundan bahsedelim. Bu tatlı mı tatlı bir Bulgar adeti. Her yıl mart ayının başında, göçmen bir arkadaşınızın sizin için kırmızı ve beyaz iplerden yaptığı bileklik, bir dilek eşliğinde bileğinize takılır. Bundan sonra ki aşama 2 şekilde ilerliyor, ilk olarak dileğin gerçekleşmesi için havada bir leylek görmek gerekiyor. Baktınız mart bitti bitiyor hala leylek yok, hiç bozuntuya vermeyip bir ağacın dalına marteniçkanızı asıp uçmasını bekliyorsunuz.

Aslında dilek filan bahane, insanların böylesi güzel bir mevsimin başında tüm arkadaşlarına elleriyle yaptığı bir hediye vermesi bile bu geleneği devam ettirmeye yeterli bence. Hatta bu geleneğin dayandığı şey bir bayram olarak geçiyor onlarda. Adı da Baba Marta.

Bilekliğin yanında bir de Pijo ve Penda adında kırmızı - beyaz bebekler var. Bunlar geleneğin en eski ve gösterişli haliymiş. Sanıyorum ki bunun yapımı biraz daha zahmetli olduğu için biz her yıl bileklik alıyoruz hediye olarak :)

Pijo ve Penda
Ayrıca arkadaşımın anlattığına göre bu marteniçkalarda kullanılan beyaz renk uzun ömrü, kırmızı ise sağlıklı ve güçlü olmayı temsil ediyormuş.


Bu bahar size de sağlık, mutluluk ve hiç bıkmadan marteniçka yapabilen bir arkadaş getirsin :)

Bizim bu yıl ki mateniçkalarımızla yazımı sonlandırıyorum, esen kalın :)




26 Şubat 2014 Çarşamba

MEYVE OLDUĞUNA KİM İNANIR?

Önümüzde ki günlerde gerçekleştireceğimiz bir üniversite etkinliği kapsamında ki bilgi yarışmasına soru hazırlarken, son yıllarda yarışmaların popüler sorusu olan domatesin meyve mi sebze mi olduğu tartışması aklıma düştü. Bunu bilmeyen kalmamıştır diye düşünüp yazacağım soru için bu kadarıyla yetinmedim. (bu parantez bilmeyenler için : meyvedir ).Bu ayrımı tam anlamıyla keşfedebilmek adına biraz bakındığımda aslında domatesin bu konu için yeterince çarpıcı bir örnek olmadığını gördüm. Çünkü duyduğunuzda inanamayacağınız yılların sebzeleri aslında botanik olarak meyveymiş !

Ayırım tam olarak şu şekilde açıklanmış : Eğer yediğimiz bitkinin içerisinde döllenme amacıyla bulunan çekirdekler var ise bu bitkiler meyve olarak sınıflandırılıyor, meyve haricinde kalan kök, gövde ve yaprak gibi bitkiye göre yenilebilirliği değişen bölgeler ise sebze olarak adlandırılıyor.

Bu tanımlara göre baktığımızda genellikle yanlış tanınanların 'aslında meyve olan sebzeler' olduğunu görebiliriz.

beni en çok şaşırtanlar meyveler şu şekilde;
fasülye
biber
patlıcan (hadi canım dediğinizi duyar gibiyim)
salatalık
kabak
ve son olarak meşhur domates!

Aslında bu örnekler düşünüldüğünde botanikçilerin tam olarak neyi kastettiğini anlamak çok da zor değil. Hepsinin içindeki o çekirdekler gözünüzde canlanıyor olmalı :)


Yine de bilim insanlarından çok ananelerine güvenen bir toplum olarak bu durumu da kabullenememiş bir kesim var ve onları ikna etmek gerçekten zor.( Bir gıda mühendisi adayı olarak söylediklerimi kabul etmeyen annem de onlardan biri diyebilirim :) )Hatta bu insanların biraz bilgi sahibi olanları bu bahsettiğimiz bitkilere 'meyveleri yenen sebzeler' ismini vermişler.

Bu durum beni şaşırtmadı, sizi de şaşırtmasın.

Şimdi bu konuştuklarımızı beyninizin bir kenarına yazıp, pazarda ki 'sebze' reyonundan 1 kilo patlıcan 2 kilo biber almaya devam edin.
Belki de hayat böyle daha kolay :)

7 Şubat 2014 Cuma

1984 - HAYVAN ÇİFTLİĞİ

     Bu yazımda George Orwell tarafından kaleme alınmış, okumakta epey geç kaldığımı düşündüğüm iki önemli eserden bahsedeceğim. Öncelikle okumayı planlayanların benim düştüğüm hataya düşmemelerini şiddetle tavsiye ediyorum. Yazarımızın 1984 kitabıyla tanındığı yadsınamaz bir gerçek hatta bu kitap anketlerde insanların 'okudum deyip okumadıkları kitaplar' sıralamasında başı çekiyormuş.


Bende sanıyorum ki bu popülariteye dayanarak 1984 ile başladım Orwell macerama. Fakat önsözden etkilenerek anında sipariş ettiğim Hayvan Çiftliği' nin hem daha önce yazıldığından, hem de bire bir aynı konu işlenmese de 1984'e doğru giden yolda bir kalfalık eseri olduğundan habersizdim. Zira Hayvan Çifliği'ni okumaya başladıktan sonra bir çok yerde 1984 ile hemen hemen aynı fikirlerin, aynı uygulamaların daha önceden burada da geçiyor olması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Aslına bakarsanız sıralamayı doğru yapmış bile olsaydım bu benzerlikler beni ziyadesiyle şaşırtacaktı.

Bu iki kitaba ayrı ayrı değinmek gerekirse;


1984; bir solukta biten, yazarın akıl almaz zekasıyla insanı hayretler içerisinde bırakan, saf iktidar ve diktatörya için yapılabilecekleri gözler önüne seren harika bir kitap. Önsözde Celal Üster tarafından da bahsedildiği gibi bu kitap bir 'disütopya' örneği. Yani ütopyalarda ki geleceğe dair gerçekleşmesi imkansız, iyimser hayallerin aksine burada bir pesimistik yaklaşım bulunmaktadır. Aslına bakarsanız 1984'ü okuduktan sonra karşıtta olsa anlatılan durumun tamamıyla ütoptik olmadığı, Orwell'in muhteşem bir öngörüyle günümüz yönetimlerinin bazı tutumlarını gözler önüne serdiğini söylemek kaçınılmazdır.

Kitapta iktidarı daim kılmak ve güçlendirmek için izlenen yollar bile tek başına kitaba sıkı sıkıya bağlanmanızı sağlayacak birer etmen. Dili daraltarak iktidar aleyhine olabilecek tüm kelimeleri yok etmek, halkın her anının izlendiği tele ekranlar, aynı anda var olamayacak iki kavramın kabul görmesini sağlayan çiftdüşün kuralı ve kafanızdan geçen şeyleri bile kontrol etmeye çalışan düşünce polisi bunlardan bazıları. Bunun yanında karakterlerin işlenişi ve analizleri de kitabın içerisine girip, verilen ruh hallerini tamamıyla özümsemenizi sağlıyor. Daha fazla ayrıntıya girip alacağınız hazzı düşürmek istemediğimden ötürü biraz da Hayvan Çiftliğinden bahsetmek istiyorum. 

Ve tabi ki de!


Gelelim Hayvan çiftliğine.

Kitap bir çiftlikte yaşayan hayvanların sahiplerinin sıkı yönetimine başkaldırarak herkesin eşit olduğu sosyalist bir düzen kurmak amacıyla yaptıkları devrim ile başlıyor. Bu devrimin sonucunda domuzlar zekalarıyla ipleri eline alır ve düzeni kendi çıkarlarına göre oturtmaya başlarlar. Öbür hayvanlar için önemli olan tek şey bir insan tarafından yönetilmemektir ve bu fikir karşılaşılan her olumsuz durumda hayvanlara hatırlatılmaktadır. Sosyalist düzeni oturtmak için alınan 7 emir ise kitabın önemli noktalarından biri.
Bu emirler şöyledir;

1)iki bacaklı canlılar bizim düşmanımızdır
2)dört bacaklı canlılar dost ve müttefikimizdir 
3)hayvanlar asla giyinmeyeceklerdir
4)hayvanlar asla yatakta yatmayacaklardır
5)hayvanlar asla içki içmeyeceklerdir
6)hayvanlar asla hayvanları öldürmeyceklerdir
7)bütün hayvanlar eşittir

Başta huzur içinde yaşanıp tüm kurallara uyulan çiftlikte, kurallar yavaş yavaş domuzlar tarafından çıkarları doğrultusunda değiştirilmeye başlanır. İlk başta hayvanların tamamlamaya çalıştıkları yel değirmenine gerekenler için diğer çiftliklerle iletişim kurabilmek adına bir insanla birlikte çalışarak bozulmaya başlayan yasalar, domuzların daha rahat düşünebilmeleri için eski çiftlik sahibinin evine yerleşip yataklarda yatmalarıyla, içki içmeleriyle ve asilik yapan diğer hayvanları öldürmeleriyle devam etmiştir.Cahillikleri sebebiyle okuma yazma bilmeyen diğer hayvanlar bunların yasak olduğu konusunda ara sıra tepki göstermiş olsalar da çiftlik duvarında yazılı olan bu yasaların zamanla değiştirilmiş olduğunu fark edemeyecekler ve yanlış anımsadıkları onlara dayatılacaktır. Bir nevi geçmiş kontrolü yapılmaktadır. Bu durum 1984'te de aynı şekilde kullanılan bir yönetim taktiğiydi, geleceği şekillendirmek için geçmişi buna fayda sağlayacak doğrultuda değiştirmek ve zaten her zaman öyleymiş gibi davranmak insanların belli bir süre sonra durumun öyle olduğunu kabullenmelerini sağlıyordu. 

Zamanla 7 emirden bazıları şuna dönüşmüştür ; hayvanlar asla çarşaflı yataklarda yatmayacaklardır, hayvanlar aşırı içki içmeyeceklerdir ve hayvanlar sebepsiz yere diğer hayvanları öldürmeyeceklerdir. 
Ve son olarak ta BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR AMA BAZI HAYVANLAR ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR kuralı kitabın özü niteliğindedir.


Bu düşünce ve geçmiş kontrollerinin yanında, hayvanların aşırı derece çalıştırılmasıyla sistemde ki yanlışları düşünmelerine fırsat tanınmaması da 1984'te proleterler olarak adlandırılan kesimin durumuyla aynıdır.

Bir diğer konu ise Hayvan Çiftliği'nde hangisinin düşman olduğu çıkarlara göre değişen Pinchfield ve Foxwood çiftlikleri bana 1984'te ki Doğu Asya ve Avrasya arasında ki ikilemi anımsattı.

Tüm bu çıkarımlarımın sonucunda bir çok ortak noktası olan bu iki kitabı şu şekilde birbirinden ayırabiliriz;
Hayvan Çiftliği, 1984'e göre anlaşılması daha kolay ve daha yüzeysel bir kitaptır.
Hayvan Çiftliği'nde Stalin dönemindeki sosyalizmin amacına ulaşamaması eleştirilirken, 1984'te totaliter bir rejim eleştirilmektedir. 
Hayvan Çiftliği'nde bu zorba yönetimlere maruz kalan hayvanların psikoanalizleri yetersizken 1984'te bu konuda da ana karakter sayesinde yeterince bilgi bulabiliriz.

Demem o ki ; eğer ki bu iki kitabı da okumak istiyorsanız izlemeniz gereken sıra Hayvan Çiftliği-1984 olmalıdır. Ya da naçizane fikrim sadece 1984'ü okumak yeterlidir, Hayvan Çiftiği'nin aynı konunun sosyalizm eleştirisi hali olduğunu düşünebilirsiniz.


Umarım bitirdikten sonra bir şeyler sizi de rahatsız eder, şimdiden keyifli okumalar. 

















5 Şubat 2014 Çarşamba

KONUŞACAK ŞEYLERİMİZ VAR



     Öncelikle ikimizde bloguma hoşgeldik. Elbette ki  burada bulunmamın bir sebebi var. Bir çokları gibi bende içime doğru ilerleyen ve kendimi arayış yolculuğuma ciddiyetle başlamış bulunmaktayım. Bu yolculuğun duraklarından birinde karşılaştığım bir gerçek beni burada yazmaya sürükledi. O gerçek, aklımdan geçenler ya da öğrendiğim şeyleri yazıya dökmediğim sürece benden kaçıp gittikleriydi.

    Ayrıca üzerinde konuşmak istediğim bir konuyu önce toparlayıp kendime anlatmamın ( ve tabi ki sana); bana (ve tabi ki bize) katkılarının çok olacağını düşünmekteyim :) Bu sebepten ötürü artık düşünme eylemlerimi burada gerçekleştireceğim.

    Ben üretip, hafızama kazırken; sen ilgini çekenlerle yeni başlangıçlar yapabilirsin.
    Tekrar hoşgeldin.

Kal sağlıcakla.